31 Ocak 2013 Perşembe

unutulmayan seks anıları

bir gün yine genelevdeyim. kadınlar birbirini yiyor bana gir bana gir. biri diyor senden para almıcam öteki arttırıyor üstüne para verecem. huzursuz oldum çıktım ordan ve eve gitmek için otobüse bindim. hoop önüme biri durdu. benimkinin ihtişamını anlamış olacak ki bastırıyor kendini bana doğru. dedim bakire misin? ne dese beğenirsin? evet ama beni kadın yapmanı istiyorum. ilk durakta inip inşaatın birine girdik. ustalar beni görünce oo abi yine bulmuşsun birini hayırlı işler dedi. daha önceden hazırladığım gazete sayfalarının üstüne yatırdım bunu. tam soyundum bu kalktı kusura bakma ama ben bunu alamam dedi. güldüm peki dedim. kadın bu hareketime hasta oldu dedi sana iş yerindeki müdürü siktirecem. atladık taksiye müdürün evine gittik. kadın iç çamaşırlarıyla açtı kapıyı. beni görünce yıllardır bu anı bekliyordum dedi. kolundan tuttuğum gibi yatak odasına götürdüm bunu. hakkını verdikten sonra bana dönüp eğer kızmazsan benim iki arkadaşım var onları da siker misin dedi. birden yerimden doğruldum yeter artık beni seks objesi olarak görmenizden bıktım diyip içli içli ağladım. ağladığımı gören kadın telaşlanıp ambulans istedi. gelen hemşire benimle ilgilenmek yerine hala dik duran aletimle ilgilendi. bu inmeden size inne vuramam dedi. bizi izliyen diğer hemşire ve müdür kaç dakikada boşalacağıma dair bahis yaptılar. buna kızdım ve o hemşireye dönüp seni sikmicem dedim. kadın baygınlık geçirdi. koşarak kaçtım ordan. hemen bi idda bayisine girip paranın da amına koydum. akşam olmuştu. taksime gidip rakı balık yapmak istedim. garson siparişimi aldı ve eğer kızmazsam bizim patronu sikip sikemeyeceğimi sordu. olur ama yemeğimi yiyeyim dedim. beni dinlemeden içeri aldılar. patron güzel bir kadındı. onu 6 kere boşaltıp ben de boşaldım. boşalmalarım uzun sürer benim. yaklaşık 2 bardak boşaldım. kadın şok geçirdi dedi benimle evlen sana para veririm. evliliğe tövbeliyim kadın diyip ordan hızlıca uzaklaştım. eve gelip size anlatayım dedim. şimdi evdeyim. bildiğiniz güzel bir porno site varsa söyleyin.

kaku


26 Ocak 2013 Cumartesi

sevişmeyi unutarak sevişmenin yolunu açmak

erkek milletinde şu eğilim var, “sevişmeyi ne kadar gündemde tutarsam, sevişmeye o kadar çabuk ulaşırım”. bu sebeple sevgilisine sürekli cinsel çağrışımlı şakalar yapar, her fırsatta ince ince sokulur, konuşarak onu sevişmeye ikna edebileceği gibi garip bir duyguya kapılır. zanneder ki kız bunlar anlamadığı için sevişmeye yanaşmıyor, hal böyle olunca zaman içinde bu göndermelerin dozunu, şiddetini, ve sıklığını artırır. sonunda birazdan bahsedeceğim yöntemle 1 ayda ulaşılacak noktaya en erken 6 ayda ulaşır hatta belki de hiç ulaşamaz.

arkadaşım yanlış yapıyorsunuz! avrupa’da ve dünyanın pek çok ülkesinde denenmiş ve başarılı olmuş, tabiri caiz ise %100 çalışan “sevişmeyi unut” formülüyle artık siz de kısa sürede sevişmenin yolunu açabilir, sağlıklı bir cinsel ilişkiye yelken açabilirsiniz. bunun için yapmanız gereken ilk ve tek şey yöntemimizin adından da anlaşılacağı üzere “sevişmeyi unutmaktır”. cinselliği, cinsel şakaları, temasları, göndermeleri, cinsellik konuşmayı, ortam hazırlamayı unutacaksınız! sevişme kapınızı çalana kadar sabırla bunların hepsinden uzak duracaksınız. sevgilinizi öpmeye yeltenmeyeceksiniz, yan yana otururken kıçının dibine girmeyeceksiniz, hatta yanına değil karşısına oturacaksınız, izlediğiniz filme sevişme sahnesi olunca ona dönüp mal gibi sırıtmayacaksınız, yeri gelecek sizi öpmek için uzanan sevgiliye “biraz kırıklığım var aşkım sana da bulaşmasın” diyerek sevgiliyi yarı yoldan döndüreceksiniz. yalnız kaldığınız bir anda, sevişmeden mümkün olduğunca uzak aktiviteler yapacaksınız, ayrı ayrı kitap okuyacaksınız mesela ayrı koltuklarda, sen otur keyfine bak benim bilgisayarda biraz işim var diyeceksin arkadaşım, şaka değil.

peki ne olacak bu sürecin sonunda? benim güzel arkadaşım kızlar sevgilileri ile ilgili her şeyi mutlak suretle kız arkadaşları ile konuşur. sen sanıyor musun ki yaptığın her dokunuş, söylediğin her söz, verdiğin her mesaj öyle kalıyor? sevgilin gidip bunları diğer kızlarla istişare etmiyor? işte bir bu encümen-i daniş kızlar toplantısından çıkacak karara oynuyoruz arkadaşım. eğer ki sen sevişmeyi sürekli ön planda tutarsan, bu gruptan sürekli “biraz daha oyala”, “hemen istediğini verme”, “bırak biraz daha burnu sürtsün”, vb. mesajlar çıkacaktır. sen ne kadar üstelersen bu grup da o kadar aksi yönde kararlar alır ve sen sevişmeye koşarken, kız da geri geri koşmaya başlar. oysa sen, yukarıda bahsettiğim gibi davranırsan encümen-i daniş üyelerinin dengesi bozulur, “nasıl ya?” diye özetleyebileceğimiz bir düşünce fırtınası içine girer ve sağlıklı karar alma yetisini yitirir. ve öyle bir noktaya gelir ki arkadaşım, kıza “sen bu çocuğu tahrik edemiyor musun yoksa” sorusu sorulur. gözün aydın! bu soru sorulduktan 3 sevişme günü sonra kızın seni zorla sevişmeye ikna etmeye çalıştığını göreceksin.

evine gelmek isteyecek, sana şuh pozlar verecek, seni baştan çıkarmaya çalışacak, çadırı kurduğunu görmek isteyecek arkadaşım! işte kritik nokta burası; hayvan gibi saldırma benim güzel dostum, sabır et. hasat işlemine başlayacaksın ama şu son yağmurun da dinmesini bekle. çünkü bir kız ilk sevişmenin kendi isteğiyle olduğu fikrine uzun süre tahammül edemez! ilk sevişme başlatıcı sen olmalısın. o yüzden kızın seni ayartmaya çalıştığı o gün sabırlı olup kızı evine eli boş göndereceksin, bak bu çok önemli atlama bunu. ertesi gün kızla buluşacak ve sevişmenin fitilini sen ateşleyeceksin.

hadi hayırlı olsun, uzun süreli ve düzenli bir seks hayatı var önünde git doya doya istifade et.

yazan :diazepam

25 Ocak 2013 Cuma

hiçbir kızın ilki olamamış erkek

tüm içtenliğimle söylüyorum, keşke ben olsam dediğim erkektir. ,

hayatım boyunca hep ilk olan erkektim ben. bu ne demek biliyor musunuz? pantolonlar aşınana kadar sürtünmek demek. imkansız hesaplar ödeyerek "zamana ihtiyacım var." lafını duyup tavana bakarak uyuyakalmak demek. hep ertelenmek demek, hevesi kursağında bırakılmak demek. ve hepsinden önemlisi müzakere etmek demek.

o yatağa girdin mi müzakere edeceksin arkadaş. bu topraklar kolay kazanılmadı. elin bele değmesinin bile şanlı galibiyet olarak addedildiği nice geceler yaşandı o er meydanında. sütyeninin kopçasını açtığımda gözleri yuvalarından fırlayan sevgilim oldu benim. birini elimle yerine taktım. iç çamaşırına dokunduğumda "hayatımda bu kadar kirlenmiş hissetmedim" cevabını aldım. yılmadım, müzakereci tutumumu korudum. "sadece uyuyalım hiçbir şey yapmayalım" dedim ve sadece uyudum. yaz sıcağında kışlık eşofmanlarla girdim yatağa, isilik oldum. yeri geldi ayaklarımız birbirine değsin diye mücadele verdim.

sonra vay efendim neymiş ikinci olunca rererö. oglum mal mısınız lan?

yazan : oldboy

kadınların seksi ödül olarak görmesi

evet maalesef kadınlar, biz erkeklere karşı seksi ödül olarak görmekte. sanki zevk alan sadece erkeklermiş gibi. sanki bu işi babalarının hayrına yapıyorlarmış gibi...
erkekler olarak olaylara daha basit yaklaşıyoruz, mesela kavgalı olsak bile kadın tarafından gelen sevişme teklifini asla reddetmeyiz sanıyorum. ama kadınlar öyle mi, kavga gürültü olmasa bile illa duygusal tatmin yaşayacaklar ki sevişsinler.

- aşkım ne dersin yatmadan bi tur sevişsek mi ^_^
- cık. olmaz...
- niye ya, kaç gün oldu!?
- dışarı çıkalım dedim, yorgunum dedin kaldırmadın o koca götünü. şimdi gelmiş sevişek diyorsun, aha çaktırmadan bak!

- şşşt gız! napak sevişek mi ?
- yok istemiyo canım.
- istese şaşardım zaten :/
- bak ya bir de triplere giriyor slk. sen bugüne bugün özel günler dışında çiçek alıp geldin mi? aşkım bak sana hediye aldım dedin mi? ancak sevişmeyi biliyon.

- saydııım kaç güün oldu, saydım kaç gece olduuu.
- şansın yok.
- ne var ya şarkı söylüyoruz.
- yemezler canım benim. kıps!

gibi... tamam; kaba, ruhsuz, duygusuz olabiliriz, düşüncesiz olabiliriz ancak bu neden sevişmemize engel oluyor anlaşım değilim? neden bu işi mükafat olarak görüyorsunuz? üç günlük dünya, bugün varız yarın yokuz. ne gerek var değil mi; duygusal tatmin yaşamadan sevişemem ayaklarına.

24 Ocak 2013 Perşembe

yalnız yürüyenler yalnız yürümek zorunda kalırlar

her hayat kendine yalan söyler. her yalan ait olduğu kişinin gerçeklik algısını değiştirir. daha sonra bu gerçekliği kalmamış sanrısal hayatın sahipleri, merkeze yönelim arzusuyla, ötekilerin gerçeklediği ve gerçek dediği şeyleri kendi yalan ya da ‘başka’ dünyalarında bulamadıkları için toplumsal çoğunluğun gerçeğini kendi hayatları için de isteyerek, kendilerini en azından toplumda gerçeklemek isterler. nedir bu istekler? toplumun, toplumda saygı görebilmen veya toplumdaki yerini kaybetmemen için sahip olmanı öğütlediği, hatta alkışladığı şeyler… okul, eğitim, iş, sevgili, para, evlilik, araba, ev, çocuk… şablonlaşabilmek: kendi küçük uygarlığını yaratabildiğini sanmak ve daha sonra da sisteme besin, zihin, çocuk yetiştirmek, tüketmek ve en sonunda tükenmek olur çıkar amacın.

yıllarca yaşadıktan sonra kendini sisteme yetiştiremediğini görüyorsun. seni geçiyor, seni eziyor, yok ediyor. öleceğini düpedüz gösteriyor. zamanla başa çıkamayacağını anlamak zorunda kalıyorsun. yarışabilirsin ama çok yorucudur, yaşamaya halin kalmaz. zamanla yarışanlara hayrandır insanlar ama bunu milyonlar önünde ve tamamen tanımlanmış bir biçimde yaparsan. bu yüzden önemlidir 100 m. koşucuları. onlar göz göre göre, herkesin önünde, kaslarını sergileyerek, tüm çalışmışlıklarıyla, azimleri ve hırslarıyla, kendilerine inanmaları ve savaşçılıklarıyla, başarıya açlıklarıyla bu koşuya çalışır ve zamanla yarışırlar. ama eğer sen sokakta yavaş yavaş yürürken, geceleri uyumayıp televizyonda film izlerken, yaşlanmayı reddederken zamanla yarıştığını söylüyorsan bu anlaşılmazdır. bu tanımlanmamış olandır. kasların, hırsın, iraden, azmin somut bir biçimde ortada olmadıkları için, insanlar, “bravo, yürü be koçum!” demedikleri için, onları “göz açıp kapayıncaya kadar nasıl oldu ya bu yarış” hissine sevk etmediğin için, onların “ispat” olarak kabul ettiği biçimlerde bir mücadele vermediğin için senin yarışını yarıştan saymaz, anlaşılmaz-hastalıklı bir davranış olarak yorumlarlar.

burada yapabileceğin iki şey vardır; herkese aslında senin de kendi zaman algında, zamanla bir yarış içinde olduğunu göstermek, itiraf etmek, anlatmak… ama yapabileceğin sadece biraz da olsun anlamalarını ummaktır. kısaca sosyalleşmektir belki zira birileri anlasa daha rahat olursun… bir diğer alternatifin de ummaktan sıyrılmak ve kendi içine kapanmaktır. bu “atletizm”sel zaman yarışını, bu çöreklenmiş şablon gerçeklikleri, dikte edilmiş ve genetik olarak da öğrenilmiş yaşam biçimlerini, alternatifsiz varoluş biçimi olarak görünen sanrıları yok sayabilirsin. ve fakat tanımlanmış bunca şeyi yok saymak, artık kendini toplumsaldan sıyırışını doğurma ihtimali yarattığı için etrafta tedirginlik yaratır. sen artık o topluma ait olmadığında, yalnız kalmaktan başka çaren yoktur. çocuğunu terk eden bir anne, yerine göre bir dinsiz, babasına saygı duymayan bir adam, otobüste büyüklerine yer vermeyen bir çocuk, minibüste kendi söylediği şarkıyla dans eden bir clubber tinerci rahatsızlık yaratır. çünkü toplum bunları tanımlamamıştır, kişi sosyal yaşam sınırlarına idrak ettiğini göstermez. bu insanlar tedirginlik yaratırlar. onlar gibi, senin gibi insanlar vardır. fakat her biri başkadır. çünkü “senin gibi”ler, onun gibiler ancak, ortak bir şeylerle ilgilenebilirler. algılama ve ifade etme şekilleri başkadır. ola ki yarışta koşma zamanı gelip piste çıkıldığında herkesin farklı bir stili olduğu görülür. farklı yetenekleri vardır herkesin, finişte yapacakları hareketler kendilerine dairdir ve bilinmezler. eğer böyle olmasaydı şimdiye dek yüzlerce kez, aynı anda ve aynı biçimde bitmiş yarışlar görmüş olmamız gerekirdi.

uyumsuzluk bizim doğamızdadır, kendiliğimiz uyumsuzluğu yaratandır. sadece yontarak, törpüleyerek, benzemeye çalışarak belki de müdahale ederek benziyor olabiliriz. şu bir gerçek ki, müdahale her sistem için kaçınılmaz olarak ortadadır. siyasal sistemlerden, vücut ya da algı sistemine her kurgulanmış gerçeklik müdahaleye tabiidir. zira hiç absorbasyon tercihi sürecinde sistemin içinde varolanları anlamak imkânsızlaşır. içinde olmadığın bir sistemi kavrayamazsın. ve sistem de seni… devletler müdahalelerle veya yarattıkları sanal düşmanların –olası- müdahalelerine hazırlanarak var olurlar. bu yüzden düşmanı içlerine alıp ona karşı bir savunma sistemi geliştirirler. beynin tüm bildikleri de kurgusal bir gerçeklikten ibarettir: tamamen öznel bir hayat algısı. iç benzemez. örtüşebilir; başka anlatılardan, ifadelerden yol bulabilir ama çıkarımsal olarak kendi yapılandırdığı algı süzüntüleri benzersizdir.

bilinç akışı metodunun bu derece önemli gelmesinin sebebi belki de budur. ikinci yeni ile birlikte türkiye’de ve post-anarşist-dekonstruksiyonist arayışlarla dünya bilincinde şiir de bilinç akışının öznelden evrensele yayılmadaki ve ruha dokunuştaki becerilerini keşfederek formasyondan sıyrılmış ve özgürleşmiştir. artık kurallarla sınırlandırılamayan ve içerisinde ne aranması, nasıl anlamlandırılması gerektiğini bilemeyeceğimiz şiirler yazılmaktadır. bilinç akışı ile ortaya çıkarılmış eserler, ki nedense yine de yapısal olarak önceden tanımlanmış formatlara uydurulmuş ve onlar içinde sunulmuşlardır- tamamen kişiye dairlerdir. burada bir olayın anlatılmasından ayrı, önemli olan bilincin yakaladığı geçişleri -ya da istersen film karelerinin altındaki “altyazı”ları da diyebilirsin- kağıda/ekrana [dolayısıyla dışarı] dökmektir. ve fakat bildiğimiz bir gerçek var ki, kelimeler, sözler, diller aslında şifrelerdir.

kriptokaligrafi. aslında yazı yazarken aklındaki şeyleri şifreli bir şekilde kağıda aktarırsın. bunu okuyanlar kendilerince şifreyi çözer ve bir şeylere ulaşırlar. onlar için bu anlamdır. kişilerin seni ne kadar tanıdığına, insanları ve kendilerini ne kadar tanıdıklarına, tabii ki kültürel deneyimlerine göre bu kriptograf çözümünde birebir’e yakınlaşma başarımı oranı da artar. şöyle örneklersek eğer, antik mısır’daki hiyeroglifleri çözmek için halen uğraşan insanoğlu halen net olarak, yüzde yüz doğru bir metin ortaya koyamamıştır. evet çözülen diller olmuştur, hammurabi yazıtları anlaşılmıştır, peki ya piramitler, peki ya paskalya adası? çözülememiştir çünkü arkeolog bunları çözmek için kendi geçmişinden, öğrendiklerinden gelen bilgiler kullansa da, hiyerogliflerdeki anlayış, ifade, sezgi, duygu, kavrayış ona dair değildir. her arkeoloğun hiyeroglif çözümü farklıdır. uyuşamazlar. artık arkeolojide bilgisayarlar vasıtasıyla çok daha fazla veriyi harmanlayarak çözümleme yapabilme şansından dolayı hiyerogliflerin şifreleri daha net dünyasal/arkeolojik anlamlarla eşleşebilir. yine de şu bir gerçek ki, basit ifade edilmemiş hiçbir şeyi ve dahi şifreyi, basit algılarla, kavramlarla, temellerle anlayamayız. nasıl enigma’yı çözen turing bir formül geliştirdiyse, bu tür şifreleri çözmek için de formüller geliştirilir. fakat ya o ifade formüle edilemez biçimdeyse? demem o ki, bilinç akışının (isterse bu sözle olsun) ifade ettiği şey olsa olsa, yazıya dönüştürülmüş şifrelerdir. fakat ifade eden tarafından milyonlarca değişken barındırdığından formüle edilemezler. asla birebir anlam bilinemeyeceğinden ifadenin asıl anlamı sadece ifade edende, yazanda, çizende kalır. semantikse ancak arayışta gezinir; sıcak-soğuk oynar. bilinç akışının sağladığı şeyse, anlaşılma kaygısını yok ederek kendine anlatmanın, kendi şifrelerini çözerken bunları kriptolu bir şekilde kağıda/metne dökmenin somutlaştırıcılığıdır. bunun intihara götürmesi mümkün. zira çok daha önce anladığını tekrar okuyuşlarla çok daha sonra idrak etmek, kendini dinlememek ve tabii ki tanımamak dolayısıyla kendini istemediği, istemeyeceği bir hayata, bir sisteme, bir forma yerleşmiş bulunca çok ağır gelebilir. daha kötüsü zaman sonra kendini çözememe olasılığı da her daim canlıdır.

şu halde geldiğimiz noktada, kendini başkaları üzerinden tanımlamayan ve kendi şifre algısıyla kendini anlatan bir insan ancak yalnız olabilir. evet birileri onu anlar, birileri yazdıklarında/söylediklerinde “kendinden” bir şeyler bulabilir ya da “çok acı çekiyor” diyerek, “çok duygulu, hisli” diyerek, “zeki, cevval” diyerek ona yakın hissedebilirler. birileri, kendilerini “onun” üzerinden tanımlamayı ve böyle karmaşıklaşabilmeye rağmen böyle ifadenemesel çabalamayı hayran olunacak bir arayış görebilirler. fakat ancak kendilerini anlar, kendilerine acır, bambaşka bir ‘asıl’ kurgusuna sahip olurlar. örneğin wagner’in siegfried’inde ben kendimce wagner’in nelerden bahsettiğini sezebilirim. bunu kavramışlığımı net ifade edişlerle insanlara kabul de ettirebilirim, ama wagner’in duygusunu asla bilemem.

genel geçer belki de geleneksel ifadelerle, anlatmak istediğini net olarak, herkesin anlayabileceği şekilde, 6 yaşında bir çocuğa anlatır gibi* anlatabilenlerin yolu açıktır. onlar herkeste aynı anlamı taşıyan, artık “kesin”leşmiş sözcük ifadelerle ve yapılarla anlatırlar davalarını. bu gibi insanlarla iletişim kurarlar ve sonucunda çeşitli gelenekleri gerçekleştirirler. bizim geleneğimiz yetkinliktir, başarıdır, beceridir; mesela yetenek değil beceridir önemli olan, bir şeyi yıkmak değil yapmak önemlidir bizde, bir bina dikmek mesela… fakat “bu berbat ulan” diye bir binayı yıkarsan alkışlamazlar. bir sistem yapmak, bunu kendince yapmak ya da yorumlamak başarıdır. çünkü önceden tanımlanmıştır, benzerdir. olacağın şeyse bu tanımlanmışlıklardan çok da uzakta değil. toplumda erkeğin karşılığı başarıdır ve otoritedir. kadın için beceri anaçlık ya da birkaç şey daha. bunları reddettiğinde, reddedilenlerden olursun. olacağın şeye dair bir sıfat kazanırsın mutlaka ama “onlardan” olmadığını bilirler. ve sonunda o gelenekseli kavramışlar tarafından hiçbir anlamla eşleştirilemediğinden yalnız kalır, yok olursun.

hiçbir yol bilmem ki yanındaki insanla birebir aynı hisleri paylaşasın. aynı yolculuğa birlikte çıkmış ama yolculuk boyunca hiç konuşmamış 20 kişinin hikayesini dinlesen 20 ayrı hikâye çıkar. binlerce benzersiz detay. -her ne kadar bu yol metaforundan her ne kadar hoşlanmasam da kaçınılmaz olarak bildiğimiz ifade biçimleri arasında, düşüncemizi şifrelemeye çalışırken veya “net anlaşılabilir” kılmaya çalışırken kaçınılmaz olarak bu metaforları kullanmak zorunda kalıyoruz.- neticede yol tek kişiliktir. diyalog harbiden keyifli, tanımak, anlamak, çözmek, anlaşmak, uzlaşmak ve hele ki anlaşıldığını hissedebilmek… etrafta ben gibi, sen gibi, “asla anlaşılamam, beni anlamıyorlar, ben anlaşılabilir bir canlı değilim” figanları sayısızca bulunsa da anlaşılabilmek vardır ve keyiflidir. ama elde var bu: umut işte… ne yapacaksın? değilsin ki atlantis’te, atlantis’in telepatik “şifresiz”liğinde varolmanın tüm bu sistemleri, kurguları, sanrıları ortadan kaldırdığı bambaşka bir düzlükte. ararsın, bakarsın, yürürsün ve bir bakarsın ki etrafta kimse yok, herkes aslında bambaşka bir şeyin derdinde. küt diye ölürsün.

kendimize bir dünya yaratmamıza araç olan yalanların, bizim için önceden düşünülmüş ve yaratılmış nefis soslu yalanların içinde yaşamak çok rahat. biz,e “şuna şuna ihtiyacın var” denmesini çok sevecek kadar zavallı olduğumuz için, hayvandan gelişimizle bağdaştırılarak söylenen “senin barınman lazım, güçlü olman lazım, yemen-içmen, üremen lâzım” ‘gerçek’ diktelerini damarlarımızda hissedecek kadar neye ihtiyacımız olduğunu ve ne istediğimizi tanımlayamamış, tam anlayamamış durumdayız. her neye dönüşsek de, yeri geldiğinde en ilkel hislerimizle yüzleşmeyi psikopatça bir hayranlık duyarak seviyoruz. çünkü bu ilkel duyguları hissetmek, eti sevmek, sevişirken hayvanlaştığımızda böğürdüğümüzde, çığlıklar attığımızda o sevişmenin daha doyurucu olması, çok rahat bir yatakta, kral dairesinde en güzel barınmamızı yaşadığımızı hissetmek, tüm bu ilkel duygularımıza ne kadar ait olduğumuzu gerçekleyen hissiyatlar. ilkel bir canlı olduğumuzu ama o ilkel canlıdan çok daha zeki, kültürlü, bilgili, eylemsel olduğumuzu görmeyi çok seviyoruz. fakat reddediyorsan? et yemeyi reddediyorsan, barınmayı reddediyorsan, üremeyi reddediyorsan… gün gelince başarılı olmayı, doğurganlığı, güçlü olmayı, hâkim olmayı, anaçlığı ve muhtaçlığı, seni sen doğmadan çok daha önce tanımlayan, çok daha önce sana haddini bildiren, görevlerini fısıldayan tüm bu tanımlamalardan sıyrılıyor, reddediyorsan? bu hayvansal güdüleri varoluşunun amacı yapmayı reddediyorsan nesin sen? öteki herkes için, hepsi için “garip” bir şeysin. bir canlısın ama tanımlanamıyorsun. o zaman seni dışlıyor ve seni yeni bir hayvan türü olarak görüyorlar. pek hoşlanmıyorlar; vejetaryenlerden, sokakta yatıp kalkanlardan, şarapçılardan, eşcinsellerden. 50 yaşında ama balon uçuran adamlardan, 55 yaşında çocuk doğurmamış kadınlardan hoşlanmıyorlar. üstelik öyle de acımasızlar ki, bu sistemlerden, bu tanımlardan isteyerek ayrılanları fark edemedikleri gibi, istemeden ayrılmak zorunda kalanları, bir türlü uyamayanları da umursamıyorlar… “fail” deyip geçiyorlar. başarısızlık olarak görüyorlar. kendini varedememiş, kurallara uyamamış vesaire.

reddetmiş diyen yok.

onlar, onlar gibilerle karşılaşırlar. kendileri gibilerle anlaşırlar, kendilerine tahammül edebilenlere yakın durup biraz kendilerini iyi hissetmek isterler.

onlarsa yalnız olduklarını bilirler. yalnız yürümek zorunda kalacaklarını hiç düşünmez, hiç istemez, bundan hoşlanmazlar ama yalnız yürümek zorunda kalırlar.

judy garland’dan mı istersin jonny cash’ten mi, elvis’ten mi megadeth’den mi, liverpool maçlarında bile bağırıyorsun belki: “you’ll never walk alone…”

ama ölüyoruz, neredesin?
bbbbgbbbdad

öbürü de demiş ki: kendime gel.
“amaaan” demiş gitmiş beriki.
ssonra da tabii; tebercüklü neskürker endessala yubauz, raiz düsa vesteuyendu egbendu senge ogzge helan jhoga zveoyrund.
dem.
dema tıkırdema dem.

yazan : cyrano  


18 Ocak 2013 Cuma

uzak mesafe ilişkisi

acı verici bir ilişkidir. bir dönem yaşadığım ve hayatımı değiştiren ilişkidir...

kocaeli'de sakin ve güzel bir sahil kasabasında yaşıyordum. belli insanlar vardı hep çevremde. birkaç dostum vardı sevdiğim, onlarla vakit su gibi akıp giderdi. salak saçma şeylere güler eğlenirdik, kimseye zararımız yoktu. ailemle arada tartışsamda belli bir huzurum vardı evimde. spontane bir hayatım vardı, sıkılıyordum ama küçük semtin küçük dertleriydi sadece canımı sıkan. ufak tefek işler yapar, kazandığım parayı bekletmeden harcardım. büyük hayallerim vardı, büyük işler başarmak istiyordum ama küçük bir yerde yaşıyordum ve ailemin imkanları belliydi. kalbimden geçtiği davranırdım herkese, olduğum gibiydim. saftımda biraz, çabuk kandırırlardı beni. duygusaldım da, gizli gizli ağlardım bazen. dört duvar arasına sıkışmış bir mahkum gibi o küçük sahil kasabasına sıkışmıştım ve bundan zevk almaya, buna alışmaya çalışıyordum... duygusal olarak da berbat haldeydim, son dönemlerde aşk hayatım berbattı, daha doğrusu aşk hayatım filan yoktu...

işsiz güçsüz olduğum bir dönemde emsallerim gibi ben de geç saatlere kadar internette zaman öldürüyordum. can sıkıntısıyla geçen saatler sonunda boktan aşk hayatıma renk katacak birini bulmaya çalışırken çeşitli kızlarla tanışıyordum ama çoğu beni etkileyemiyordu. bir gün diğerlerinden farklı biriyle tanıştım bir arkadaşlık sitesinde. "dünyaya tek armağanım orta parmağım" diye bir şey yazmış profiline. bende sazan gibi "profiline böyle şeyler yazarsan erkekler seni yollu ve basit biri zanneder, bence hiç yakışmamış" gibisinden bir şey söyledim ona. derken sohbet etmeye başladık. ben ondan hoşlanmamıştım ama konuşuyordum. ona nasihatler ederken o da bana hayatının ne kadar berbat olduğundan bahsediyordu. annesiyle babası ayrılmış, babasının ikinci evliliğinden iki tane çocuğu varmış. annesi kendini çocuklarına adayan ve aynı zamanda ayaklarının üstünde durabilen modern bir kadınmış. abisi antalya'da beş yıldızlı bir otelde yetkili birisiymiş. abisi annesine de, babasına da uzak kalmak istediği için o mesleği seçmiş. o anlatıyordu ben dinliyordum, dinledikçe etkileniyordum. ona kendime ait edebi sözler yazıyordum(kendim üretiyordum anlamında), şiirler yazıyordum ama amacım etkilemek değildi. ilanı aşktan ziyade hayata dair umut verici şeyler söylüyordum ona, bu da onun hoşuna gidiyordu. zamanla sohbetlerimizin süresi uzadı, sohbetlerimizden keyif almaya başladık. onunla sohbet etmek için bilgisayar başında saatlerce beklediğim oluyordu. bir gün kamera açalım dedik, o zamanlar msn popülaritesini koruyor. heycanlı bir bekleyişin ardından kameraları açtık. o an şok olmuştum... hani herkesin hayalinde tasvir ettiği bir güzel vardır, işte o tam benim hayallerimdeki gibiydi... o benden etkilenmişti, ben ondan etkilenmiştim. beş dakika sessizce bakıştık ve o an birbirimize aşık olduk. yaklaşık bir saat webcam sayesinde birbirimizin gözlerinin içine baka baka sohbet ettik. ertesi gün birbirimize numaralarımızı verdik. gece geç saatlere kadar mesajlaşır olduk. birbirimizi seviyorduk ama adını koyamadık. ben onun söylemesini bekledim ve bir gece söylemesi için onu çok zorladım. onun söylemesi benim için çok önemliydi çünkü bir kız erkekten önce ilanı aşk eder ve gururunu riske ederse o kişiyi gerçekten çok seviyordur... onu zorlayınca bana "senin kız arkadaşın yok mu?" dedi. "olsa seninle konuşuyor olmazdım" yanıtını alınca içinden geldiği gibi döktü sevgisini bana. ben hemen dökülemedim, neden bilmiyorum ama bu uzun sürmedi. üç gün sonra bir gece yine mesajlaşırken bu sefer o beni sıkıştırdı ve birbirimize tamamen açıldık. sırılsıklam aşıktık ama o istanbul'da ben kocaeli'de yaşıyordum...

mesajlar tatmin etmemeye başladı, üç kuruş paramı kontör almaya harcar oldum. uzun konuşturan tarifelerden birine geçtim. o bana "nefesim" diyordu, ben ona "ömrüm" diyordum. şuursuzca o kelimeleri dakikalarca tekrarlıyorduk. içinde onun olmadığı hiçbir hayal kuramaz hale gelmiştim. bir gün istanbul'a gidip onu canlı canlı görmek benim için zorunluluk haline gelmişti. hızlı para temin etmek için çevreden duyduğum birkaç ağır işe girdim, günlük yevmiyeli. tipim, fıtratım ve tarzım buna müsait değildi ama gücüm kuvvetim vardı ve umrumda da değildi... 150 lira kazanmıştım üç günde. o parayı çocuklarının rızgını koruyan bir anne gibi korudum, kuruşuna bile dokunmadım. istanbul'da buluşma hayalleri kurarken kız buluşmaya fırsatı olmadığını, ailesinden gizli gelmesi gerektiğini söyleyerek beni geçiştiriyordu. uzun tartışmalar sonunda şu hafta olur, bu hafta olmadı ama şu hafta kesin gibi sözlerle beni bir ay oyaladı. sinir krizleri geçiriyordum odamda, ailemse durumdan habersizdi... bir gün annesinin iş gereği üç günlüğüne şehir dışına çıkması gerektiğini söyledi. "o üç gün bize gelirsin ve üç gün birbirimizin kokusunu doya doya hissederiz" dediğindeyse; o an, o dakika ve o saniye yeryüzündeki hiçbir canlı benim kadar mutlu değildi... evi sarıyer'deydi ve istanbul'u hiç bilmeyen ben orayı bulamazdım, kaybolup, yokolup giderdim(o yaşlarda)... kuzeni beni otogarda karşılayıp ona kavuşturacaktı... o gün gelip çatığında güzelce duş alıp, en güzel kıyafetlerimi giyinip, saçlarıma verebildiğim en güzel şekli verip, güzel kokular sürünüp yola çıkmak için ondan haber bekliyordum ve ayna karşısından sürekli kendimi kontrol ediyordum. o gün yine olmadık sorunlar çıktı ve şiddetli bir şekilde tartıştık. telefonu yüzüme kapatıp üst üste her aradığımda meşgule attı. dizlerimin üstüne çöktüm ve karşımdaki aynaya baka baka ağladım. çaresizliğimden nefret ediyordum. sessizce ağlarken sürekli "neden, neden, neden olmuyor" diye sayıklıyordum. aradan geçen üç günde tartışsak da barıştık çünkü ondan vazgeçemiyordum... üç gün sonunda annesi dönüş yolunda kaza geçirmişti. arkadaşı bana mesaj atıp durumu anlattı, aşık olduğum kızın sinir krizi geçirip hastaneye kaldırıldığını duyduğumdaysa bitmiştim. arkadaşı aradığımda telefonu açmıyor, sadece mesaj atabileceğini söylüyordu. aşık olduğum kızın telefonuna ulaşamıyordum zaten. aradan bir hafta geçti ve ne aşık olduğum kıza nede arkadaşına ulaşılamıyordum... ne adresini biliyordum nede ortak bir tanıdığımız vardı. tam bir ay hayalet gibi yaşadım, aniden hayatımın anlamı gitmişti... aradan geçen bir ay yaşadığım en berbat bir aydı... bir ayın sonunda bana aşık olduğum kızdan gelen mesaj bir idam mahkumunun idam günü affedilince yaşayacağı sevinçle eşdeğerdi... tekrar konuştuk, ona hiç kızmadım. kızmayışıma şaşırmıştı bende ona "saçmalama, bir ay sonra sana kavuşup nasıl kızabilirim! seni kaybettim sandım" dedim. fakat onu hala göremiyordum, o hala benim için telefonun öteki ucundaki güzel bir hayaldi... uzun uğraşlarım sonucu yetenekli gençleri yetiştiren bir post prodüksiyon şirketinin haberi geldi. samimi bir arkadaşımın babası oraya girmeme yardımcı olacaktı. arkadaşlarımda benim berbat halime üzülüp yardımcı olmaya çalışıyorlardı. öyleydi böyleydi derken kendimi o şirkete kabul ettirdim. şirket çalışan stajerler için daire tahsis etmişti, bavullarımı hazırlayıp yola çıktım. öyle kararlıydım ki ailem "gitme" demeyi bırak "bir düşün istersen" bile diyemedi, gitmemi hiç istememelerine rağmen...

şirkette işe başladım. malum yurdum hali, şirket geri kafalı belli bir zümreye aitti. benimse saçlarım uzun, giyim tarzım aykırıydı(amerikan cooper'cıları gibiydim)... sallamadım tabi. artık istanbul'daydım, sevdiğim kızla aynı şehirdeydim ve dünya bana karşı dursa umrumda olmazdı... ilk haftasonu kadıköy'de buluşmak için sözleştik. buluşma yerini bir gün önceden gidip iyice öğrendim. buluşma günü yarım saat erken gidip beklemeye başladım. gecikmiştir, trafik vardır, v.s. bahanelerle kendimi avuturken tam bir buçuk saat onu bekledim. aradım meşgule attı, mesajlarıma cevap gelmedi. mart ayıydı soğuktu hava ama üşümeyi unutmuştum... o arada çiçek satan küçük bir çingene kız çocuğu geldi. uzaktan gelişini izledim, yanıma yaklaştı ve "abi allah sevdiğine kavuştursun, bir gül almaz mısın?" dedi, "hayır abicim" dedim. bunun üzerine " al be abi" diye diretince beklemiş olmanın verdiği sinirle sert ve kararlı bir ses tonuyla "hayır" dedim. çingene kız arkasını dönüp giderken son bir kez arkasını dönüp baktı ve dalga geçer gibi gülüp yoluna devam etti. öyle bir gülüşü vardı ki sanki "sen daha çok beklersin" der gibiydi... akabinde bir mesaj geldi "babama yakalandım, annemle de, babamla da tartıştım bırakmadılar beni" yazıyordu. modern görünüşlü bir aileydi anlattığı kadarıyla ama o kız bir türlü gelemedi benim yanıma... ben kös kös eve dönüp gizlice ağladım. bir hafta sonra üsküdar sahilinde de benzer bir bekleyiş hüsranla sonuçlandı. bir ay boyunca o beni buluşmaya çağırsın diye bekledim ve hiç buluşma konusu açmadım ama çağırmadı. mayısın sonlarna kadar sabrettim, tam iki ay ama sonunda dayanamadım ve zorla buluşmaya ikna ettim. mecidiyeköy ortaklar caddesinde buluşacaktık. bekledim, artık gel diye direttim ama yine gelmedi. o gece psikolojim artık bunu kaldırmamaya başladı ve ona "sen hayalet misin? sen beni öldürmek mi istiyorsun? sen bana ne kadar zarar verdiğini biliyor musun? deli olduğumu, paranoyak olduğumu düşünmeye başladım!" gibi cümleler sarfettim ama o şaşkınlıkla "durumunun bu kadar kötü olduğunu tahmin etmemiştim" dedi. "şaka mı yapıyorsun" diye kızdım o da " tamam yarın aynı yerde bekle geleceğim, söz veriyorum" dedi... ertesi gün aynı yerde bekledim, tam altı saat boyunca... hiç göremediğim sevgilimle buluşmak uğruna altı saat bekledim. beklerken baliciler gelip sigara istedi; o bir dal sigarayı uzatırken içimdeki öfke yüzüme öyle bir yansıdı ki balici sigarayı alırken tereddüt etti ama ben ısrarla uzatınca aldı ve arkadaşlarıyla uzaklaştı. lanet olası ortaklar caddesindeki noter tabelasının önünden çeşit çeşit bir sürü insan geçti... sevgililer geçti, canımı yaktı. beni süzen güzel kızlar geçti, umrumda olmadı. dik dik bakan serseriler geçti, cesaretimi kıramadı. uzun bekleyişin son bir saatinde "hep böyle yapıyorsun, gelmezsen bu sefer biter..." tarzı bir kaç mesaj attım. en sonunda arkamdaki mağazaya doğru bir kız yürürken bana uzun uzun baktı ama ben gözlerimi kaçırdım çünkü sevdiğim kızı bekliyordum. çok geçmedi, iki dakika sonra o kız mağazadan çıktı ve bana kısa bir bakış atarak uzaklaştı. bir süre sonra bir mesaj geldi ve "ben geldim, seni gördüm ve o attığın son mesajlar yüzünden geri döndüm" yazıyordu. aman allah'ım böyle bir ızdırap olamaz... benim yanımdan geçip giden oydu ve ben onu hiç görmediğim için tanıyamadım, sadakatimden dikkat edemedim... ona "senin kalbini sikeyim, senin ben vicdanını sikeyim tam altı saat bekledim lan seni" dedim... "o son mesajlar" deyip durdu, bense "lan biz hiç buluşmadık, böyle ilişki mi olur! beni biraz anlasana!" dedim ama siklemedi... bela okudum, beddua ettim, isyan ettim, nefret ettim ve bitti... 25 mayıs günü mecidiyeköy ortaklar caddesinde yaşadıklarımdan sonra her şey bitti. nefret dolu mesajların sonunda kız bana "hattımı kırayım ister misin?" dedi... ona ulaşabildiğim tek araç telefondu ve ne olursa olsun ben yine ona mesaj atacaktım, bunu kurbanını zehirleyen bir yılan kadar soğuk kanlı bir şekilde dile getirdi... bense can çekişen bir av gibi haykırdım "kır lan o hattı!" diye... ilk defa sözünü tuttu, o hattı kırdı ve ben bir daha ona hiç ulaşamadım. telefonuma attığı iki tane resmi vardı ve ben sadece birini silebildim... eve dönerken otobüste birinin ipod'undan manga'nın "cevapsız sorular" parçası çalıyordu ve o parça bir daha hiç aklımdan çıkmadı...

aradan geçen bir ayda 20 kilo verdim... şekersiz çay ve sigara ile günlerim geçiyordu, saçlarımıysa çoktan kestirmiştim... aklımdan çıkması için kendimi işime verdim, deli gibi çalıştım... kalan son resmini sildim, kalan mesajlarını sildim, kalan gözyaşlarımı döktüm... iş yerindeki rakip stajerleri ve kuyumu kazan uzman personeli sollamaya başladım. bir ayın sonuna doğru gizli bir numara beni arayıp sesimi dinleyip kapatıyordu. sinir olmaya başlamışken açık numara ile beni aradı ve kendini tanıttı. o aşık olduğum kızın kocasıymış... benden ayrıldıktan bir ay sonra evlenmiş o evlilikten korkan kız, daha yirmi yaşındaydı... adamla öyle sert konuşuyordum ki yanımda olsa çıplak ellerimle öldürecektim... adam uslübunu yumuşattı ve kibar bir dille "yani evliyim ve eşimin telefonunda mesajlarınızı gördüm" deyince dizlerimin bağı çözüldü... adam anlatıyordu ama duymuyordum. bir ara adımı zikredince kendime geldim, aramızda nasıl bir ilişki olduğunu sordu bende aramızda hiç buluşma olmadığını, bir aylık bir mesajlaşma geçmişimiz olduğunu, saçma bir internet sitesinden tanıştığımızı ve aklına takılacak bir şey yaşamadığımızı söyledim... yuva yıkacak hainliği yapmaya içim varmamıştı, oysa intikam ayağıma kadar gelmişti... sevdiğim kızın kocasıyla konuşuyordum, acısı bu kadar tazeyken. o adamında canı yanıyordu belli çünkü ona çok güzel mesajlar atmıştım, buram buram aşk kokan, ilham kokan. adam altı ay ayrı kaldıklarını söyledi ve yeni barıştıklarını, ani bir karar ile de evlendiklerini söyledi. benim zamanım o an durdu, adam teşekkür ederek kapattı. ben şoktaydım, yanıma şirketten sevdiğim bir arkadaşım gelip "iyi misin" dedi, durumdan anlattığım kadarıyla haberdardı. kahkahalar eşliğinde "evlenmiş lan" dedim. durdum durdum güldüm, güldüm ve şirketten izin alıp eve gittim. taşlar yerine oturmuştu, o çocuktan ayrılınca boşluğunu benimle doldurmuş ve bir süre ikimizi birden idare etmiş. ilk defa aldatılmıştım, miğdem bulanıyordu. benimle neden buluşmadığı belli olmuştu. eve havada süzülen bir hayalet gibi vardım, hissizleşmiştim. bomboş evde haykıra haykıra ağladım ve o olaydan sonra bir daha hiçbir şeye ağlayamadım...

gel zaman git zaman şirketteki en iyi personel oldum çünkü kendimi işime vermiştim, çalıştıkça onu unutuyordum. istanbul'da güçlü biri olmaya başladım çünkü kaybedecek bir şeyim yoktu. ister dönsün, ister dursun dünya diyordum, cesur hamleler yapıyordum. her anlamda çevrem genişledi, güçlendim. eski ben öldü, o saflık, o aptallık bitti... istanbul'da ne yapsam başarılı oluyordum. farkettim ki istanbul benim o kızı sevişime aşık olmuş ve beni koruyup kolluyor. düşündüm tekrar sevmeyi, bazı ilişkilerim oldu bu süreçte ama çok kısa sürdü. aslında kalbimde o varken başkasını sevmek bana adice geliyordu, bende işimi sevdim... işimi türkiye'de en iyi yapanlardan biri oldum. şirkette beni sallamayan müdürler gitmeyeyim diye gözümün içine bakıyordu ama o şirket bana o kızı hatırlatıyordu... bir süre sonra ayrıldım ve benim meslektaşlarımın türkiye'de çalışabilecekleri en iyi şirketlerden birinde işe başladım. iş görüşmesi sadece beş dakika sürdü ve işe alındım... gelirim yükseldi, istanbul'un en güzel muhitlerinden birine yerleştim... o kız benim maddi durumum için bırakmıştı anladığım kadarıyla, çünkü telefonda konuştuğum çocuğun konuşma tarzı az çok zümresini belli ediyordu. tabi kızın ailesinin de maddi durumu çok iyiydi. bende kendi kendime intikam yemini ettim, bir gün adımı tevizyonlardan duyacak ve canı yanacaktı. izini ve adresini bilmiyorum, hatta bana söylediği ismi bile belkide yalandı. ama ben ona gerçek adımı söyledim ve kısa bir zaman sonra gerçekten bu intikamı alacağım. yuvasını yıkmadım belki ama adımı duyuracağım...

aslında artık ona karşı içimde hiç sevgi yok, yolda görsem kalbimin ritmi değişmez. aslında o kıza teşekkür etsem yeridir, bana garip bir ilişki yaşattı ve beni hayal dahi edemeyeceğim yerlere getirdi. tabi bu süreçte canım çok yandı ama başka türlü böyle bir başarı elde edemezim... bazen başımı yastığa koyduğumda aklımda tek bir şey geliyor; bir daha sevebilecek miyim... uykuya dalana kadar bunu düşünüyorum. belki zor olacak ama imkansız değil... bundan sonra birini seversem, bundan sonraki başarılarımı ona ithaf edeceğim, bir çok şeyi onun için başaracağım... bir daha seversem gerçekten o kızdan daha çok seveceğim. yine de umutsuz değilim, benim sevebilen bir kalbim var...

not: bu yazıyı üşenmeyip okuyan ve üstüne bir de şuku veren herkese teşekkür ederim. yazdıkça insan aslında dertleriyle hesaplaşıyor, dertleriyle barışıyor. bu da benim bir nevi tedavim...

teşekkür: gelen mesajlar için teşekkür ederim, sağolun...

yazan : soupe anglaise

16 Ocak 2013 Çarşamba

sevgilinin ailesi ile tanışmak

aman tanrım o nasıl bir heyecan!

ykm'ye gidip alisveris yaptim. kot, kazak, ayakkabi ve mont aldim. heyecanim tavan yapmis. eve gidip yikandim paklandim giyindim ve istanbul'dan izmir'e gittim.

evinde bulusacaz ve tanisma kaynasma evde gerceklesecek. verilen adrese gittim kapiyi caldim otomata bastilar. kalbim atmıyor trampet çalıyor! neyse asansore binip 3. kata ciktim. yemin ediyorum heyecandan ruhumu teslim etmek üzereyim. asansörün kapsını açar açmaz biriyle göz göze geldik! karşımdaki kapının önünde bir kadin elinde minik mavi bir leğen. ne olduğunu anlamadan leğeni elime tutusturdu.

-saat 1'de burada olsun lutfen ve sicak istiyoruz! dedi.

elime patatesli borek icini tutusturmus. heyecandan agzimi acip "ya ben kizinizin erkek arkadasiyim siz nabiyonuz amina koyim" diyemedim. legeni alip hizlica asagi indim. yarim saat 45 dakika bekleyip kiz arkadasimi aradim. du bu tarafi diyalog seklinde yazacam.

-alo canım, annene caktirma, soru da sorma asagiya in hemen!
-askiiiiimmm geldin miii ay olecem heyecandan, anneeee volkan gelmis asagidaymisss.
(o telefonda bunlari soylerken ben istanbula dogru kosmaya basladim ama yemin ederim aglamakli bir ifade var yuzumde)
-lan sus sus soyleme ya :(
-askim hani ya goremiyorum seni. balkondayim ben. yanlis eve mi gittin eheheh saskinim beniiiim
-kızım senin allahin yok lan!!

dedim kapattim telefonu. bildigin tumden kapattim. allahim o kadar caresizim ki yeminle olmek istiyorum. ulan yol boyu neler hayal etmistim. sarip sarmalayacakti beni annesi. cok konusmayacak genelde gulumseyecektim. ben salonda otururken onlar hep birlikte mutfaga gidip benim icin ne muhtesem biri diye yorum yapilacaklardı. ulan firinci ne vardi benden once gidip alsaydin borek icini. ulan firinci senin de allahin yok lan!

bi sigara yaktim. ne yapsam diye dusunurken gozum bi dukkanin camindaki ben'e takildi. olm fırıncı ney lann? o kadar da alisveris yapip yakisikli olmaya calismistim. olmayınca olmuyormuş demek ki. hani derler ya vermeyince mabud, neylesin mahmud diye he işte bu söz benim için söylenmiş!

yuzumden akan terler gotumdeki terlerle bulusmus halay cekiyorlar. beynim de vucudum gibi durmus saplanip kalmis oldugu yere. birakin bi atraksyona girmeyi adim atamiyorum adim! bos bos gelip gecenlere bakip sigara iciyorum. kaldirima oturdum kucagimda hala patates. allah sizi inandirsin o an patateslere bakip beynimin icinde borek yaptim hepsini.

caresiz telefonu actim tekrar. hoop mesajlar gelmeye basladi sevgilimden. neler yazmis neler. cok seviyormus beni(ben de onu), hayatinin en mutlu gunuymus bugun(1 saat öncesine kadar benim de en mutlu günümdü), annesinin beni cok seveceginden eminmis(bok), tanismamizi dort gozle bekliyormus falan filan! halbusi tanistik biz annesiyle de annesi bilmiyor. (firincilarin aski da kurekleri gibi buyuk olurmus ehehe). ne hale dustum lan!

neyse uzatmicam. aradim durumu tane tane anlattim. gulmesinin gecmesini aglayarak bekledim. bulundugum yeri tarif ettim geldi yanima. o guluyor ben sinirden agliyorum. annesi bana boregi verip kapiyi kapattiktan sonra sevgilimin ablasinin odasina gidip beni soylemis. o nasil firinci lan diye saskinligini belirtmis (bu yalan olabilir ama yine de içimi rahatlatan tek olumlu şey bu).

yolda boregi firina birakip saat 1'de ve sicak getirmesini tembih ettik ve eve gittik. evde ben haric herkes kahkahalarla gulup beni teselli etmeye calisti.

saat 1'i 10 geçe borek geldi. yaninda ayranla beraber yemeye calistim. ne yalan soylim yedigim en kotu borekti.

yazan : kaku

12 Ocak 2013 Cumartesi

anneanne


gençliğinde kocasından allah'ın her günü dayak yemiş, hakarete uğramış, evden dışarı adım attırılmamış bir kadın anneannem.

daha evlendiği günün sabahı, ilk dayağını yumurta tavasıyla yemiş bir kadın o. yumurtaların sarıları neden karıştırılmamışmış... elli yıl sürecek bir çilenin merhabası.
kapının önüne gelen seyyar satıcıdan çorap aldığı için, çocuğu ateşlendiğinde ne yapacağını bilemediğinden, bebeği kapıp komşu kadından yardım istemeye gittiği için, yemek çok sıcak olduğu için, yemek soğuk olduğu için, yemek ılık olduğu için, demlenen çaydan ilk bardağı başkası içtiği için, ev sıcak olduğu için, ev soğuk olduğu için, üç çeşit yemek olmadığı için, dört çeşit yemek olduğu için, bebek ağladığı için, soba tüttüğü için, güldüğü için, ağladığı için, konuştuğu için... her sebepten dayak yemiş bir kadın.
yumruğun hangi an, nereden geleceğini bilmemenin korkusu içinde, biri felçli iki yaşlı insana ve beş tane çocuğa bakarken, evi çekip çevirmeye çalışan bir kadın.
maşayı kafasına yediğinde başından kan sızarken, dere kenarına gidip uzun uzun kendini sulara bırakmayı düşünmüş, evlatlarına üzüldüğünden, ayakları geri gide gide evine dönmüş bir kadın.

anneannemin annesi, rahmetlik çok güzelmiş gençliğinde. dillere destan bu güzelliği, henüz on üçündeyken evlendirmişler ağanın oğluyla. lakin ağanın oğlu az deliymiş. sürekli içer, sürekli bir bela açarmış başlarına. en son oturdukları evi yakınca, ipler kopmuş. anneannemin annesi, ta onların zamanında köyde kocasını boşayan ilk kadın olmuş. maharetliymiş. terzilik yaparmış geçinmek için. anneannem çocuk o zamanlar. kendisinden küçük üç can daha var evde. çocuk bakmış garibim çocuk yaşta. okula gidecek zamanı hiç olmamış. yemek yap, ev temizle, çocuk eğle, dikiş dik, tarlaya git...

evlenmeyi hiç istemezmiş anneannem. babasından mı kaynaklanır bilinmez, sevememiş erkekleri. kin duyarmış hatta. gel zaman git zaman, on sekizine gelmiş. köy yeri... herkes on beş, on altı dedi mi evleniyor. bizimki geç bile kalınca, köyde almış yürümüş bir dedikodu. neden her görücüyü geri gönderiyormuş? niye evlenmiyormuş? yoksa bir şeylerin açığa çıkmasından mı korkuyormuş? o ''şey'' bekaret tabii... anneannem bu dedikodulara çok üzülmüş. gurur yapmış. ilk isteyenle evleneceğini söylemiş. ilk isteyen de dedem olmuş şansına...

birkaç yıl önce, anneannem yetmişinde... her şeyin üzerine aldatıldığını, arazilerin kadınlarla yenildiğini öğrenince son nokta oldu.
mahalledeki kadınlarla, her hafta farklı birinin evinde toplanıp kuran okurlardı. eh, her yerde de bulunur bir şeyleri langadanak söyleyiveren bir kadın. herkesin içinde gelip demesin mi ''abla senin beyi bilmem kim kadınla görmüşler'' diye... ağırına gitmiş buncağızımın. ertesi gün birkaç parça giysisini kaptığı gibi gitti rahmetli annesinin köydeki evine. haftasına da açtı boşanma davasını.

aslında bir günde alınmış bir karar değil onunki. yıllardır yapıyordu hazırlığını. gizli saklı kenara attığı paralara, annemler de destek çıkınca ev aldı ilk önce kendi üzerine. aşırma paralar değil bunlar. hepsi alın teri. zorla aldırdığı portakal bahçesinin kenarındaki seralarda gece gündüz köpek gibi çalışarak biriktirdikleri. yazın kırk beş derece sıcağın altmış derece hissedildiği serada, kışın gece yarıları don olur, mahsul yanar korkusuyla seralarda soba yakarak... dedem anneannemin eline ömrü hayatında beş kuruş para mı vermiş?
sonra kursa gitti kavga dövüş. okuma yazma öğrendi o yaşta. arkadaşlar edindi. onlarla görüşmeye başladı. dışarıya çıkmaya başladı. dünyayı altmışından sonra tanıdı yani. banka nerede, fatura nasıl ödenir, hastaneye nerden gidilir...

şimdi köyde, kiradaki evinden gelen kiraya ek olarak, dedemin emekli maaşından kendisine bağlattığı bir miktarla yaşıyor. çok mutlu. cıvıl cıvıl çıkıyor sesi. o başı önünde, hastalıklı gibi duran kadın gitti, yerine ''yavrum sanki yeniden doğdum ben'' diyen, gözlerinin içi gülen biri geldi. boşanmak için güç toplaması elli yılını aldı ama sonunda başardı. anneannem yetmiş yaşında yeniden doğan bir bebek artık. çocuk heyecanıyla yaşıyor geri kalan yıllarını. geç de olsa, güç de olsa pes etmediği için başardığından mıdır bilmem, anneannemin hayatı masal gibi gelir bana. emekçi bir kadının, sonu mutlu biten güzel masalı.

bir yerlerde, herhangi bir zorluk çeken, kendisini çıkmazda hisseden başka kadınların mutlu sonla bitecek masallarına öncü olması dileğiyle...

yazan : ben butun cbnce dizilerini izliyorum


1 Ocak 2013 Salı

kız tavlamak

sanırım giderek kendimi geliştiriyorum lan bu konuda. ortaokul hayatım boyunca kızlarla hiç konuşmadım. sadece bi tanesinin tokasını alıp kaçıyodum. her gün ama. en son kız beni kovalayıp tokayı almaktan vazgeçti. oyun bitti. sanki benim derdim tokaymış gibi amına koyim. napcam lan tokayı ben manyak? artık nasıl çekilmez biriysem, "tamam ya toka sende kalsın yeter artık" dedi. elimde tokayla kalakaldım.

o kızla bi kere muhabbet etmişliğim de var aslında. resim dersindeyken, arkamı dönüp "senin resmini çizmek istiyorum zeynep" dedim. aaaa yapabilir misin gerçekten falan dedi, sevindi. ne bileyim kızım ben yapabilir miyim. o an içimden geçti dedim işte. ne ciddiye alıyon hemen. bu sadece bi istekti. çizmek "istiyorum" dedim. yalan değil, istedim. gülümsedi böyle. yaş 12 falan, ilk kez bi kız gülümsedi. çok hoşuma gitmişti. yetenekli bi şey sandı beni. o gün de meyve çiziyoruz, öğretmen bi tane elma getirmiş. ders biterken çizdiğim şeye baktı. keşke bakmasaydı. belki evlenmiştik şimdi. armuta benziyodu daha çok benim elma. ben elma sevmiyom ondan armut çizdim dedimse de dinletemedim. bastı gitti.

lisede daha agresif, daha girişken, daha isyankar bi tip oldum. ama yine karı kızla pek alakam yoktu. toka çalmak yerine artık kızları itiyor, kakıyor, duvara yapıştırıyor, daha fazla fiziki güç kullanıyordum. ama sevdiğimden lan. sevdiğime yapıyodum bunları sadece. bahçede top oynarken hoşlandığım kızı kafasından vurmuşluğum var. kalenin arkasından geçiyomuş tam. beyninden vurulmuşa döndü kız. ki vuruldu harbiden de. bu olaydan sonra okul bahçesinde futbol oynamak yasaklandı, turnuvalar falan iptal edildi. daha sonra da minyatür kalede maçlar yapıldı.

hala da öyle orası ha. şimdiki çocuklar "lan neden minyatür kalede oynuyoruz" diye soruyolar. o okuldan ben geldim geçtim olum. iyi hala binalarınız sağlam, aç değilsiniz açıkta değilsiniz. şükredin ibneler. el nino gibi adamım, lakabım buydu, en azından futbol oynarken.

üniversiteye hiç girmeye gerek yok 2013'e saatler kala hiç tadım kaçmasın benim. bugün kursta bi kızın yanında oturuyorum. baktım sürekli cep telefonuyla ilgileniyor falan. lan dedim sevgilisi mi var acaba dedim. baktım. facebook, twitter, foursquare ne varsa kullanıyor kız. sonra kızın yavaşça kulağına eğildim ve kendinden emin bi sesle fısıldayarak:

-naber

dedim. telefonu elinden fırlattı kız. ay korkuttun dedi.

-şey ben bi şey merak ediyorum facebook'ta kendimi gizledim de. sen aratsan çıkar mıyım ki acaba?
+hmm. bakalım bi adın neydi tam olarak
(oha yedi harbiden)
+hah bu musun
(ulan ben o olsam senle işim ne amk)
-hayır ya çıkmıyo sanırım aşağılara in biraz daha
+peki buuuuu
-hayır bebeğim biraz daha aşağıya inmelisin hadi yapabilirsin
+tamam :) bu muuuu
-orda dur. tam orası tam orda evet hissettin mi sen de offff

ne anlatıyorum olum böyle hikaye mi olur. kız baktı, beni buldu sonra da:

-yaa peki facebook'tan arkadaşlık teklif ediliyo mu bana. ben kaldırdım diye biliyodum ama
+deneyelim mi bi. ediliyo bak burda buton var
-ya buton var ama bakalım ediliyo mu cidden? ben inanmıyom pek teklif gelmeyebilir?
+basıyım mı?
-bas (bas artık amına koyim bas)

telefonu çıkarttım. "ehe şimdi o kadar arkadaşlık teklif ettin kabul etmemek olmaz" deyip kabul ettim teklifini.

haftaya gidince de, "ya ben boğa burcuyum. geçen arkadaşla konuşuyoruz, benle çok güzel sevişilirmiş aslında. kitapta öyle yazıyomuş ama ben emin değilim." demeyi düşünüyorum. bakalım abi 2013 benim senem olabilir titreyerek, bangır bangır geliyorum resmen.

bu arada: mutlu yıllar :)

yazan : jun misugi