24 Ocak 2013 Perşembe

yalnız yürüyenler yalnız yürümek zorunda kalırlar

her hayat kendine yalan söyler. her yalan ait olduğu kişinin gerçeklik algısını değiştirir. daha sonra bu gerçekliği kalmamış sanrısal hayatın sahipleri, merkeze yönelim arzusuyla, ötekilerin gerçeklediği ve gerçek dediği şeyleri kendi yalan ya da ‘başka’ dünyalarında bulamadıkları için toplumsal çoğunluğun gerçeğini kendi hayatları için de isteyerek, kendilerini en azından toplumda gerçeklemek isterler. nedir bu istekler? toplumun, toplumda saygı görebilmen veya toplumdaki yerini kaybetmemen için sahip olmanı öğütlediği, hatta alkışladığı şeyler… okul, eğitim, iş, sevgili, para, evlilik, araba, ev, çocuk… şablonlaşabilmek: kendi küçük uygarlığını yaratabildiğini sanmak ve daha sonra da sisteme besin, zihin, çocuk yetiştirmek, tüketmek ve en sonunda tükenmek olur çıkar amacın.

yıllarca yaşadıktan sonra kendini sisteme yetiştiremediğini görüyorsun. seni geçiyor, seni eziyor, yok ediyor. öleceğini düpedüz gösteriyor. zamanla başa çıkamayacağını anlamak zorunda kalıyorsun. yarışabilirsin ama çok yorucudur, yaşamaya halin kalmaz. zamanla yarışanlara hayrandır insanlar ama bunu milyonlar önünde ve tamamen tanımlanmış bir biçimde yaparsan. bu yüzden önemlidir 100 m. koşucuları. onlar göz göre göre, herkesin önünde, kaslarını sergileyerek, tüm çalışmışlıklarıyla, azimleri ve hırslarıyla, kendilerine inanmaları ve savaşçılıklarıyla, başarıya açlıklarıyla bu koşuya çalışır ve zamanla yarışırlar. ama eğer sen sokakta yavaş yavaş yürürken, geceleri uyumayıp televizyonda film izlerken, yaşlanmayı reddederken zamanla yarıştığını söylüyorsan bu anlaşılmazdır. bu tanımlanmamış olandır. kasların, hırsın, iraden, azmin somut bir biçimde ortada olmadıkları için, insanlar, “bravo, yürü be koçum!” demedikleri için, onları “göz açıp kapayıncaya kadar nasıl oldu ya bu yarış” hissine sevk etmediğin için, onların “ispat” olarak kabul ettiği biçimlerde bir mücadele vermediğin için senin yarışını yarıştan saymaz, anlaşılmaz-hastalıklı bir davranış olarak yorumlarlar.

burada yapabileceğin iki şey vardır; herkese aslında senin de kendi zaman algında, zamanla bir yarış içinde olduğunu göstermek, itiraf etmek, anlatmak… ama yapabileceğin sadece biraz da olsun anlamalarını ummaktır. kısaca sosyalleşmektir belki zira birileri anlasa daha rahat olursun… bir diğer alternatifin de ummaktan sıyrılmak ve kendi içine kapanmaktır. bu “atletizm”sel zaman yarışını, bu çöreklenmiş şablon gerçeklikleri, dikte edilmiş ve genetik olarak da öğrenilmiş yaşam biçimlerini, alternatifsiz varoluş biçimi olarak görünen sanrıları yok sayabilirsin. ve fakat tanımlanmış bunca şeyi yok saymak, artık kendini toplumsaldan sıyırışını doğurma ihtimali yarattığı için etrafta tedirginlik yaratır. sen artık o topluma ait olmadığında, yalnız kalmaktan başka çaren yoktur. çocuğunu terk eden bir anne, yerine göre bir dinsiz, babasına saygı duymayan bir adam, otobüste büyüklerine yer vermeyen bir çocuk, minibüste kendi söylediği şarkıyla dans eden bir clubber tinerci rahatsızlık yaratır. çünkü toplum bunları tanımlamamıştır, kişi sosyal yaşam sınırlarına idrak ettiğini göstermez. bu insanlar tedirginlik yaratırlar. onlar gibi, senin gibi insanlar vardır. fakat her biri başkadır. çünkü “senin gibi”ler, onun gibiler ancak, ortak bir şeylerle ilgilenebilirler. algılama ve ifade etme şekilleri başkadır. ola ki yarışta koşma zamanı gelip piste çıkıldığında herkesin farklı bir stili olduğu görülür. farklı yetenekleri vardır herkesin, finişte yapacakları hareketler kendilerine dairdir ve bilinmezler. eğer böyle olmasaydı şimdiye dek yüzlerce kez, aynı anda ve aynı biçimde bitmiş yarışlar görmüş olmamız gerekirdi.

uyumsuzluk bizim doğamızdadır, kendiliğimiz uyumsuzluğu yaratandır. sadece yontarak, törpüleyerek, benzemeye çalışarak belki de müdahale ederek benziyor olabiliriz. şu bir gerçek ki, müdahale her sistem için kaçınılmaz olarak ortadadır. siyasal sistemlerden, vücut ya da algı sistemine her kurgulanmış gerçeklik müdahaleye tabiidir. zira hiç absorbasyon tercihi sürecinde sistemin içinde varolanları anlamak imkânsızlaşır. içinde olmadığın bir sistemi kavrayamazsın. ve sistem de seni… devletler müdahalelerle veya yarattıkları sanal düşmanların –olası- müdahalelerine hazırlanarak var olurlar. bu yüzden düşmanı içlerine alıp ona karşı bir savunma sistemi geliştirirler. beynin tüm bildikleri de kurgusal bir gerçeklikten ibarettir: tamamen öznel bir hayat algısı. iç benzemez. örtüşebilir; başka anlatılardan, ifadelerden yol bulabilir ama çıkarımsal olarak kendi yapılandırdığı algı süzüntüleri benzersizdir.

bilinç akışı metodunun bu derece önemli gelmesinin sebebi belki de budur. ikinci yeni ile birlikte türkiye’de ve post-anarşist-dekonstruksiyonist arayışlarla dünya bilincinde şiir de bilinç akışının öznelden evrensele yayılmadaki ve ruha dokunuştaki becerilerini keşfederek formasyondan sıyrılmış ve özgürleşmiştir. artık kurallarla sınırlandırılamayan ve içerisinde ne aranması, nasıl anlamlandırılması gerektiğini bilemeyeceğimiz şiirler yazılmaktadır. bilinç akışı ile ortaya çıkarılmış eserler, ki nedense yine de yapısal olarak önceden tanımlanmış formatlara uydurulmuş ve onlar içinde sunulmuşlardır- tamamen kişiye dairlerdir. burada bir olayın anlatılmasından ayrı, önemli olan bilincin yakaladığı geçişleri -ya da istersen film karelerinin altındaki “altyazı”ları da diyebilirsin- kağıda/ekrana [dolayısıyla dışarı] dökmektir. ve fakat bildiğimiz bir gerçek var ki, kelimeler, sözler, diller aslında şifrelerdir.

kriptokaligrafi. aslında yazı yazarken aklındaki şeyleri şifreli bir şekilde kağıda aktarırsın. bunu okuyanlar kendilerince şifreyi çözer ve bir şeylere ulaşırlar. onlar için bu anlamdır. kişilerin seni ne kadar tanıdığına, insanları ve kendilerini ne kadar tanıdıklarına, tabii ki kültürel deneyimlerine göre bu kriptograf çözümünde birebir’e yakınlaşma başarımı oranı da artar. şöyle örneklersek eğer, antik mısır’daki hiyeroglifleri çözmek için halen uğraşan insanoğlu halen net olarak, yüzde yüz doğru bir metin ortaya koyamamıştır. evet çözülen diller olmuştur, hammurabi yazıtları anlaşılmıştır, peki ya piramitler, peki ya paskalya adası? çözülememiştir çünkü arkeolog bunları çözmek için kendi geçmişinden, öğrendiklerinden gelen bilgiler kullansa da, hiyerogliflerdeki anlayış, ifade, sezgi, duygu, kavrayış ona dair değildir. her arkeoloğun hiyeroglif çözümü farklıdır. uyuşamazlar. artık arkeolojide bilgisayarlar vasıtasıyla çok daha fazla veriyi harmanlayarak çözümleme yapabilme şansından dolayı hiyerogliflerin şifreleri daha net dünyasal/arkeolojik anlamlarla eşleşebilir. yine de şu bir gerçek ki, basit ifade edilmemiş hiçbir şeyi ve dahi şifreyi, basit algılarla, kavramlarla, temellerle anlayamayız. nasıl enigma’yı çözen turing bir formül geliştirdiyse, bu tür şifreleri çözmek için de formüller geliştirilir. fakat ya o ifade formüle edilemez biçimdeyse? demem o ki, bilinç akışının (isterse bu sözle olsun) ifade ettiği şey olsa olsa, yazıya dönüştürülmüş şifrelerdir. fakat ifade eden tarafından milyonlarca değişken barındırdığından formüle edilemezler. asla birebir anlam bilinemeyeceğinden ifadenin asıl anlamı sadece ifade edende, yazanda, çizende kalır. semantikse ancak arayışta gezinir; sıcak-soğuk oynar. bilinç akışının sağladığı şeyse, anlaşılma kaygısını yok ederek kendine anlatmanın, kendi şifrelerini çözerken bunları kriptolu bir şekilde kağıda/metne dökmenin somutlaştırıcılığıdır. bunun intihara götürmesi mümkün. zira çok daha önce anladığını tekrar okuyuşlarla çok daha sonra idrak etmek, kendini dinlememek ve tabii ki tanımamak dolayısıyla kendini istemediği, istemeyeceği bir hayata, bir sisteme, bir forma yerleşmiş bulunca çok ağır gelebilir. daha kötüsü zaman sonra kendini çözememe olasılığı da her daim canlıdır.

şu halde geldiğimiz noktada, kendini başkaları üzerinden tanımlamayan ve kendi şifre algısıyla kendini anlatan bir insan ancak yalnız olabilir. evet birileri onu anlar, birileri yazdıklarında/söylediklerinde “kendinden” bir şeyler bulabilir ya da “çok acı çekiyor” diyerek, “çok duygulu, hisli” diyerek, “zeki, cevval” diyerek ona yakın hissedebilirler. birileri, kendilerini “onun” üzerinden tanımlamayı ve böyle karmaşıklaşabilmeye rağmen böyle ifadenemesel çabalamayı hayran olunacak bir arayış görebilirler. fakat ancak kendilerini anlar, kendilerine acır, bambaşka bir ‘asıl’ kurgusuna sahip olurlar. örneğin wagner’in siegfried’inde ben kendimce wagner’in nelerden bahsettiğini sezebilirim. bunu kavramışlığımı net ifade edişlerle insanlara kabul de ettirebilirim, ama wagner’in duygusunu asla bilemem.

genel geçer belki de geleneksel ifadelerle, anlatmak istediğini net olarak, herkesin anlayabileceği şekilde, 6 yaşında bir çocuğa anlatır gibi* anlatabilenlerin yolu açıktır. onlar herkeste aynı anlamı taşıyan, artık “kesin”leşmiş sözcük ifadelerle ve yapılarla anlatırlar davalarını. bu gibi insanlarla iletişim kurarlar ve sonucunda çeşitli gelenekleri gerçekleştirirler. bizim geleneğimiz yetkinliktir, başarıdır, beceridir; mesela yetenek değil beceridir önemli olan, bir şeyi yıkmak değil yapmak önemlidir bizde, bir bina dikmek mesela… fakat “bu berbat ulan” diye bir binayı yıkarsan alkışlamazlar. bir sistem yapmak, bunu kendince yapmak ya da yorumlamak başarıdır. çünkü önceden tanımlanmıştır, benzerdir. olacağın şeyse bu tanımlanmışlıklardan çok da uzakta değil. toplumda erkeğin karşılığı başarıdır ve otoritedir. kadın için beceri anaçlık ya da birkaç şey daha. bunları reddettiğinde, reddedilenlerden olursun. olacağın şeye dair bir sıfat kazanırsın mutlaka ama “onlardan” olmadığını bilirler. ve sonunda o gelenekseli kavramışlar tarafından hiçbir anlamla eşleştirilemediğinden yalnız kalır, yok olursun.

hiçbir yol bilmem ki yanındaki insanla birebir aynı hisleri paylaşasın. aynı yolculuğa birlikte çıkmış ama yolculuk boyunca hiç konuşmamış 20 kişinin hikayesini dinlesen 20 ayrı hikâye çıkar. binlerce benzersiz detay. -her ne kadar bu yol metaforundan her ne kadar hoşlanmasam da kaçınılmaz olarak bildiğimiz ifade biçimleri arasında, düşüncemizi şifrelemeye çalışırken veya “net anlaşılabilir” kılmaya çalışırken kaçınılmaz olarak bu metaforları kullanmak zorunda kalıyoruz.- neticede yol tek kişiliktir. diyalog harbiden keyifli, tanımak, anlamak, çözmek, anlaşmak, uzlaşmak ve hele ki anlaşıldığını hissedebilmek… etrafta ben gibi, sen gibi, “asla anlaşılamam, beni anlamıyorlar, ben anlaşılabilir bir canlı değilim” figanları sayısızca bulunsa da anlaşılabilmek vardır ve keyiflidir. ama elde var bu: umut işte… ne yapacaksın? değilsin ki atlantis’te, atlantis’in telepatik “şifresiz”liğinde varolmanın tüm bu sistemleri, kurguları, sanrıları ortadan kaldırdığı bambaşka bir düzlükte. ararsın, bakarsın, yürürsün ve bir bakarsın ki etrafta kimse yok, herkes aslında bambaşka bir şeyin derdinde. küt diye ölürsün.

kendimize bir dünya yaratmamıza araç olan yalanların, bizim için önceden düşünülmüş ve yaratılmış nefis soslu yalanların içinde yaşamak çok rahat. biz,e “şuna şuna ihtiyacın var” denmesini çok sevecek kadar zavallı olduğumuz için, hayvandan gelişimizle bağdaştırılarak söylenen “senin barınman lazım, güçlü olman lazım, yemen-içmen, üremen lâzım” ‘gerçek’ diktelerini damarlarımızda hissedecek kadar neye ihtiyacımız olduğunu ve ne istediğimizi tanımlayamamış, tam anlayamamış durumdayız. her neye dönüşsek de, yeri geldiğinde en ilkel hislerimizle yüzleşmeyi psikopatça bir hayranlık duyarak seviyoruz. çünkü bu ilkel duyguları hissetmek, eti sevmek, sevişirken hayvanlaştığımızda böğürdüğümüzde, çığlıklar attığımızda o sevişmenin daha doyurucu olması, çok rahat bir yatakta, kral dairesinde en güzel barınmamızı yaşadığımızı hissetmek, tüm bu ilkel duygularımıza ne kadar ait olduğumuzu gerçekleyen hissiyatlar. ilkel bir canlı olduğumuzu ama o ilkel canlıdan çok daha zeki, kültürlü, bilgili, eylemsel olduğumuzu görmeyi çok seviyoruz. fakat reddediyorsan? et yemeyi reddediyorsan, barınmayı reddediyorsan, üremeyi reddediyorsan… gün gelince başarılı olmayı, doğurganlığı, güçlü olmayı, hâkim olmayı, anaçlığı ve muhtaçlığı, seni sen doğmadan çok daha önce tanımlayan, çok daha önce sana haddini bildiren, görevlerini fısıldayan tüm bu tanımlamalardan sıyrılıyor, reddediyorsan? bu hayvansal güdüleri varoluşunun amacı yapmayı reddediyorsan nesin sen? öteki herkes için, hepsi için “garip” bir şeysin. bir canlısın ama tanımlanamıyorsun. o zaman seni dışlıyor ve seni yeni bir hayvan türü olarak görüyorlar. pek hoşlanmıyorlar; vejetaryenlerden, sokakta yatıp kalkanlardan, şarapçılardan, eşcinsellerden. 50 yaşında ama balon uçuran adamlardan, 55 yaşında çocuk doğurmamış kadınlardan hoşlanmıyorlar. üstelik öyle de acımasızlar ki, bu sistemlerden, bu tanımlardan isteyerek ayrılanları fark edemedikleri gibi, istemeden ayrılmak zorunda kalanları, bir türlü uyamayanları da umursamıyorlar… “fail” deyip geçiyorlar. başarısızlık olarak görüyorlar. kendini varedememiş, kurallara uyamamış vesaire.

reddetmiş diyen yok.

onlar, onlar gibilerle karşılaşırlar. kendileri gibilerle anlaşırlar, kendilerine tahammül edebilenlere yakın durup biraz kendilerini iyi hissetmek isterler.

onlarsa yalnız olduklarını bilirler. yalnız yürümek zorunda kalacaklarını hiç düşünmez, hiç istemez, bundan hoşlanmazlar ama yalnız yürümek zorunda kalırlar.

judy garland’dan mı istersin jonny cash’ten mi, elvis’ten mi megadeth’den mi, liverpool maçlarında bile bağırıyorsun belki: “you’ll never walk alone…”

ama ölüyoruz, neredesin?
bbbbgbbbdad

öbürü de demiş ki: kendime gel.
“amaaan” demiş gitmiş beriki.
ssonra da tabii; tebercüklü neskürker endessala yubauz, raiz düsa vesteuyendu egbendu senge ogzge helan jhoga zveoyrund.
dem.
dema tıkırdema dem.

yazan : cyrano  


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder