her hayat kendine yalan söyler. her yalan ait olduğu kişinin gerçeklik
algısını değiştirir. daha sonra bu gerçekliği kalmamış sanrısal hayatın
sahipleri, merkeze yönelim arzusuyla, ötekilerin gerçeklediği ve gerçek
dediği şeyleri kendi yalan ya da ‘başka’ dünyalarında bulamadıkları için
toplumsal çoğunluğun gerçeğini kendi hayatları için de isteyerek,
kendilerini en azından toplumda gerçeklemek isterler. nedir bu istekler?
toplumun, toplumda saygı görebilmen veya toplumdaki yerini kaybetmemen
için sahip olmanı öğütlediği, hatta alkışladığı şeyler… okul, eğitim,
iş, sevgili, para, evlilik, araba, ev, çocuk… şablonlaşabilmek: kendi
küçük uygarlığını yaratabildiğini sanmak ve daha sonra da sisteme besin,
zihin, çocuk yetiştirmek, tüketmek ve en sonunda tükenmek olur çıkar
amacın.
yıllarca yaşadıktan sonra kendini sisteme
yetiştiremediğini görüyorsun. seni geçiyor, seni eziyor, yok ediyor.
öleceğini düpedüz gösteriyor. zamanla başa çıkamayacağını anlamak
zorunda kalıyorsun. yarışabilirsin ama çok yorucudur, yaşamaya halin
kalmaz. zamanla yarışanlara hayrandır insanlar ama bunu milyonlar önünde
ve tamamen tanımlanmış bir biçimde yaparsan. bu yüzden önemlidir 100 m.
koşucuları. onlar göz göre göre, herkesin önünde, kaslarını
sergileyerek, tüm çalışmışlıklarıyla, azimleri ve hırslarıyla,
kendilerine inanmaları ve savaşçılıklarıyla, başarıya açlıklarıyla bu
koşuya çalışır ve zamanla yarışırlar. ama eğer sen sokakta yavaş yavaş
yürürken, geceleri uyumayıp televizyonda film izlerken, yaşlanmayı
reddederken zamanla yarıştığını söylüyorsan bu anlaşılmazdır. bu
tanımlanmamış olandır. kasların, hırsın, iraden, azmin somut bir biçimde
ortada olmadıkları için, insanlar, “bravo, yürü be koçum!” demedikleri
için, onları “göz açıp kapayıncaya kadar nasıl oldu ya bu yarış” hissine
sevk etmediğin için, onların “ispat” olarak kabul ettiği biçimlerde bir
mücadele vermediğin için senin yarışını yarıştan saymaz,
anlaşılmaz-hastalıklı bir davranış olarak yorumlarlar.
burada
yapabileceğin iki şey vardır; herkese aslında senin de kendi zaman
algında, zamanla bir yarış içinde olduğunu göstermek, itiraf etmek,
anlatmak… ama yapabileceğin sadece biraz da olsun anlamalarını ummaktır.
kısaca sosyalleşmektir belki zira birileri anlasa daha rahat olursun…
bir diğer alternatifin de ummaktan sıyrılmak ve kendi içine kapanmaktır.
bu “atletizm”sel zaman yarışını, bu çöreklenmiş şablon gerçeklikleri,
dikte edilmiş ve genetik olarak da öğrenilmiş yaşam biçimlerini,
alternatifsiz varoluş biçimi olarak görünen sanrıları yok sayabilirsin.
ve fakat tanımlanmış bunca şeyi yok saymak, artık kendini toplumsaldan
sıyırışını doğurma ihtimali yarattığı için etrafta tedirginlik yaratır.
sen artık o topluma ait olmadığında, yalnız kalmaktan başka çaren
yoktur. çocuğunu terk eden bir anne, yerine göre bir dinsiz, babasına
saygı duymayan bir adam, otobüste büyüklerine yer vermeyen bir çocuk,
minibüste kendi söylediği şarkıyla dans eden bir clubber tinerci
rahatsızlık yaratır. çünkü toplum bunları tanımlamamıştır, kişi sosyal
yaşam sınırlarına idrak ettiğini göstermez. bu insanlar tedirginlik
yaratırlar. onlar gibi, senin gibi insanlar vardır. fakat her biri
başkadır. çünkü “senin gibi”ler, onun gibiler ancak, ortak bir şeylerle
ilgilenebilirler. algılama ve ifade etme şekilleri başkadır. ola ki
yarışta koşma zamanı gelip piste çıkıldığında herkesin farklı bir stili
olduğu görülür. farklı yetenekleri vardır herkesin, finişte yapacakları
hareketler kendilerine dairdir ve bilinmezler. eğer böyle olmasaydı
şimdiye dek yüzlerce kez, aynı anda ve aynı biçimde bitmiş yarışlar
görmüş olmamız gerekirdi.
uyumsuzluk bizim doğamızdadır,
kendiliğimiz uyumsuzluğu yaratandır. sadece yontarak, törpüleyerek,
benzemeye çalışarak belki de müdahale ederek benziyor olabiliriz. şu bir
gerçek ki, müdahale her sistem için kaçınılmaz olarak ortadadır.
siyasal sistemlerden, vücut ya da algı sistemine her kurgulanmış
gerçeklik müdahaleye tabiidir. zira hiç absorbasyon tercihi sürecinde
sistemin içinde varolanları anlamak imkânsızlaşır. içinde olmadığın bir
sistemi kavrayamazsın. ve sistem de seni… devletler müdahalelerle veya
yarattıkları sanal düşmanların –olası- müdahalelerine hazırlanarak var
olurlar. bu yüzden düşmanı içlerine alıp ona karşı bir savunma sistemi
geliştirirler. beynin tüm bildikleri de kurgusal bir gerçeklikten
ibarettir: tamamen öznel bir hayat algısı. iç benzemez. örtüşebilir;
başka anlatılardan, ifadelerden yol bulabilir ama çıkarımsal olarak
kendi yapılandırdığı algı süzüntüleri benzersizdir.
bilinç akışı
metodunun bu derece önemli gelmesinin sebebi belki de budur. ikinci yeni
ile birlikte türkiye’de ve post-anarşist-dekonstruksiyonist arayışlarla
dünya bilincinde şiir de bilinç akışının öznelden evrensele yayılmadaki
ve ruha dokunuştaki becerilerini keşfederek formasyondan sıyrılmış ve
özgürleşmiştir. artık kurallarla sınırlandırılamayan ve içerisinde ne
aranması, nasıl anlamlandırılması gerektiğini bilemeyeceğimiz şiirler
yazılmaktadır. bilinç akışı ile ortaya çıkarılmış eserler, ki nedense
yine de yapısal olarak önceden tanımlanmış formatlara uydurulmuş ve
onlar içinde sunulmuşlardır- tamamen kişiye dairlerdir. burada bir
olayın anlatılmasından ayrı, önemli olan bilincin yakaladığı geçişleri
-ya da istersen film karelerinin altındaki “altyazı”ları da
diyebilirsin- kağıda/ekrana [dolayısıyla dışarı] dökmektir. ve fakat
bildiğimiz bir gerçek var ki, kelimeler, sözler, diller aslında
şifrelerdir.
kriptokaligrafi. aslında yazı yazarken aklındaki
şeyleri şifreli bir şekilde kağıda aktarırsın. bunu okuyanlar
kendilerince şifreyi çözer ve bir şeylere ulaşırlar. onlar için bu
anlamdır. kişilerin seni ne kadar tanıdığına, insanları ve kendilerini
ne kadar tanıdıklarına, tabii ki kültürel deneyimlerine göre bu
kriptograf çözümünde birebir’e yakınlaşma başarımı oranı da artar. şöyle
örneklersek eğer, antik mısır’daki hiyeroglifleri çözmek için halen
uğraşan insanoğlu halen net olarak, yüzde yüz doğru bir metin ortaya
koyamamıştır. evet çözülen diller olmuştur, hammurabi yazıtları
anlaşılmıştır, peki ya piramitler, peki ya paskalya adası?
çözülememiştir çünkü arkeolog bunları çözmek için kendi geçmişinden,
öğrendiklerinden gelen bilgiler kullansa da, hiyerogliflerdeki anlayış,
ifade, sezgi, duygu, kavrayış ona dair değildir. her arkeoloğun
hiyeroglif çözümü farklıdır. uyuşamazlar. artık arkeolojide
bilgisayarlar vasıtasıyla çok daha fazla veriyi harmanlayarak çözümleme
yapabilme şansından dolayı hiyerogliflerin şifreleri daha net
dünyasal/arkeolojik anlamlarla eşleşebilir. yine de şu bir gerçek ki,
basit ifade edilmemiş hiçbir şeyi ve dahi şifreyi, basit algılarla,
kavramlarla, temellerle anlayamayız. nasıl enigma’yı çözen turing bir
formül geliştirdiyse, bu tür şifreleri çözmek için de formüller
geliştirilir. fakat ya o ifade formüle edilemez biçimdeyse? demem o ki,
bilinç akışının (isterse bu sözle olsun) ifade ettiği şey olsa olsa,
yazıya dönüştürülmüş şifrelerdir. fakat ifade eden tarafından
milyonlarca değişken barındırdığından formüle edilemezler. asla birebir
anlam bilinemeyeceğinden ifadenin asıl anlamı sadece ifade edende,
yazanda, çizende kalır. semantikse ancak arayışta gezinir; sıcak-soğuk
oynar. bilinç akışının sağladığı şeyse, anlaşılma kaygısını yok ederek
kendine anlatmanın, kendi şifrelerini çözerken bunları kriptolu bir
şekilde kağıda/metne dökmenin somutlaştırıcılığıdır. bunun intihara
götürmesi mümkün. zira çok daha önce anladığını tekrar okuyuşlarla çok
daha sonra idrak etmek, kendini dinlememek ve tabii ki tanımamak
dolayısıyla kendini istemediği, istemeyeceği bir hayata, bir sisteme,
bir forma yerleşmiş bulunca çok ağır gelebilir. daha kötüsü zaman sonra
kendini çözememe olasılığı da her daim canlıdır.
şu halde
geldiğimiz noktada, kendini başkaları üzerinden tanımlamayan ve kendi
şifre algısıyla kendini anlatan bir insan ancak yalnız olabilir. evet
birileri onu anlar, birileri yazdıklarında/söylediklerinde “kendinden”
bir şeyler bulabilir ya da “çok acı çekiyor” diyerek, “çok duygulu,
hisli” diyerek, “zeki, cevval” diyerek ona yakın hissedebilirler.
birileri, kendilerini “onun” üzerinden tanımlamayı ve böyle
karmaşıklaşabilmeye rağmen böyle ifadenemesel çabalamayı hayran olunacak
bir arayış görebilirler. fakat ancak kendilerini anlar, kendilerine
acır, bambaşka bir ‘asıl’ kurgusuna sahip olurlar. örneğin wagner’in
siegfried’inde ben kendimce wagner’in nelerden bahsettiğini sezebilirim.
bunu kavramışlığımı net ifade edişlerle insanlara kabul de
ettirebilirim, ama wagner’in duygusunu asla bilemem.
genel geçer
belki de geleneksel ifadelerle, anlatmak istediğini net olarak, herkesin
anlayabileceği şekilde, 6 yaşında bir çocuğa anlatır gibi*
anlatabilenlerin yolu açıktır. onlar herkeste aynı anlamı taşıyan, artık
“kesin”leşmiş sözcük ifadelerle ve yapılarla anlatırlar davalarını. bu
gibi insanlarla iletişim kurarlar ve sonucunda çeşitli gelenekleri
gerçekleştirirler. bizim geleneğimiz yetkinliktir, başarıdır, beceridir;
mesela yetenek değil beceridir önemli olan, bir şeyi yıkmak değil
yapmak önemlidir bizde, bir bina dikmek mesela… fakat “bu berbat ulan”
diye bir binayı yıkarsan alkışlamazlar. bir sistem yapmak, bunu kendince
yapmak ya da yorumlamak başarıdır. çünkü önceden tanımlanmıştır,
benzerdir. olacağın şeyse bu tanımlanmışlıklardan çok da uzakta değil.
toplumda erkeğin karşılığı başarıdır ve otoritedir. kadın için beceri
anaçlık ya da birkaç şey daha. bunları reddettiğinde, reddedilenlerden
olursun. olacağın şeye dair bir sıfat kazanırsın mutlaka ama “onlardan”
olmadığını bilirler. ve sonunda o gelenekseli kavramışlar tarafından
hiçbir anlamla eşleştirilemediğinden yalnız kalır, yok olursun.
hiçbir
yol bilmem ki yanındaki insanla birebir aynı hisleri paylaşasın. aynı
yolculuğa birlikte çıkmış ama yolculuk boyunca hiç konuşmamış 20 kişinin
hikayesini dinlesen 20 ayrı hikâye çıkar. binlerce benzersiz detay.
-her ne kadar bu yol metaforundan her ne kadar hoşlanmasam da kaçınılmaz
olarak bildiğimiz ifade biçimleri arasında, düşüncemizi şifrelemeye
çalışırken veya “net anlaşılabilir” kılmaya çalışırken kaçınılmaz olarak
bu metaforları kullanmak zorunda kalıyoruz.- neticede yol tek
kişiliktir. diyalog harbiden keyifli, tanımak, anlamak, çözmek,
anlaşmak, uzlaşmak ve hele ki anlaşıldığını hissedebilmek… etrafta ben
gibi, sen gibi, “asla anlaşılamam, beni anlamıyorlar, ben anlaşılabilir
bir canlı değilim” figanları sayısızca bulunsa da anlaşılabilmek vardır
ve keyiflidir. ama elde var bu: umut işte… ne yapacaksın? değilsin ki
atlantis’te, atlantis’in telepatik “şifresiz”liğinde varolmanın tüm bu
sistemleri, kurguları, sanrıları ortadan kaldırdığı bambaşka bir
düzlükte. ararsın, bakarsın, yürürsün ve bir bakarsın ki etrafta kimse
yok, herkes aslında bambaşka bir şeyin derdinde. küt diye ölürsün.
kendimize
bir dünya yaratmamıza araç olan yalanların, bizim için önceden
düşünülmüş ve yaratılmış nefis soslu yalanların içinde yaşamak çok
rahat. biz,e “şuna şuna ihtiyacın var” denmesini çok sevecek kadar
zavallı olduğumuz için, hayvandan gelişimizle bağdaştırılarak söylenen
“senin barınman lazım, güçlü olman lazım, yemen-içmen, üremen lâzım”
‘gerçek’ diktelerini damarlarımızda hissedecek kadar neye ihtiyacımız
olduğunu ve ne istediğimizi tanımlayamamış, tam anlayamamış durumdayız.
her neye dönüşsek de, yeri geldiğinde en ilkel hislerimizle yüzleşmeyi
psikopatça bir hayranlık duyarak seviyoruz. çünkü bu ilkel duyguları
hissetmek, eti sevmek, sevişirken hayvanlaştığımızda böğürdüğümüzde,
çığlıklar attığımızda o sevişmenin daha doyurucu olması, çok rahat bir
yatakta, kral dairesinde en güzel barınmamızı yaşadığımızı hissetmek,
tüm bu ilkel duygularımıza ne kadar ait olduğumuzu gerçekleyen
hissiyatlar. ilkel bir canlı olduğumuzu ama o ilkel canlıdan çok daha
zeki, kültürlü, bilgili, eylemsel olduğumuzu görmeyi çok seviyoruz.
fakat reddediyorsan? et yemeyi reddediyorsan, barınmayı reddediyorsan,
üremeyi reddediyorsan… gün gelince başarılı olmayı, doğurganlığı, güçlü
olmayı, hâkim olmayı, anaçlığı ve muhtaçlığı, seni sen doğmadan çok daha
önce tanımlayan, çok daha önce sana haddini bildiren, görevlerini
fısıldayan tüm bu tanımlamalardan sıyrılıyor, reddediyorsan? bu
hayvansal güdüleri varoluşunun amacı yapmayı reddediyorsan nesin sen?
öteki herkes için, hepsi için “garip” bir şeysin. bir canlısın ama
tanımlanamıyorsun. o zaman seni dışlıyor ve seni yeni bir hayvan türü
olarak görüyorlar. pek hoşlanmıyorlar; vejetaryenlerden, sokakta yatıp
kalkanlardan, şarapçılardan, eşcinsellerden. 50 yaşında ama balon uçuran
adamlardan, 55 yaşında çocuk doğurmamış kadınlardan hoşlanmıyorlar.
üstelik öyle de acımasızlar ki, bu sistemlerden, bu tanımlardan
isteyerek ayrılanları fark edemedikleri gibi, istemeden ayrılmak zorunda
kalanları, bir türlü uyamayanları da umursamıyorlar… “fail” deyip
geçiyorlar. başarısızlık olarak görüyorlar. kendini varedememiş,
kurallara uyamamış vesaire.
reddetmiş diyen yok.
onlar,
onlar gibilerle karşılaşırlar. kendileri gibilerle anlaşırlar,
kendilerine tahammül edebilenlere yakın durup biraz kendilerini iyi
hissetmek isterler.
onlarsa yalnız olduklarını bilirler. yalnız
yürümek zorunda kalacaklarını hiç düşünmez, hiç istemez, bundan
hoşlanmazlar ama yalnız yürümek zorunda kalırlar.
judy
garland’dan mı istersin jonny cash’ten mi, elvis’ten mi megadeth’den mi,
liverpool maçlarında bile bağırıyorsun belki: “you’ll never walk
alone…”
ama ölüyoruz, neredesin?
bbbbgbbbdad
öbürü de demiş ki: kendime gel.
“amaaan” demiş gitmiş beriki.
ssonra da tabii; tebercüklü neskürker endessala yubauz, raiz düsa vesteuyendu egbendu senge ogzge helan jhoga zveoyrund.
dem.
dema tıkırdema dem.
yazan : cyrano
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder